7 Mayıs 2012 Pazartesi

Onları, daha ileri bir mevziden anmak!


Bugün 6 Mayıs; Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in idam edilmelerinin 40’ıncı yılı!
40 yıldan beri ülkemizin ilericileri, demokratları, devrimcileri; sosyalistleri, gençleri, kadınları, her kuşaktan yurtseverleri onları anıyorlar. Onları katledenlerin adları sanları unutuldu, ama onlar 23-25 yaşında gençler olarak 40 yıldır aynı gençlik sıcaklığı ile aynı dinamizmle, aynı coşkun devrimcilikle Türk ve Kürt gençliği başta olmak üzere, ülkemizin her ulustan gençliğinin antiemperyalist mücadelesine, devrim ve demokrasi mücadelesine ilham vermeye, devrimci kararlılık, devrimci fedakarlık, halk ve ülke sevgisinin sembolleri olarak öğretmeye devam ediyorlar.
Yaklaşık son 20 yıldan beri de 1 Mayısla 6 Mayıs arası, 6 Mayıs temalı etkinliklerle “6 Mayıs haftası” olarak biçimleniyor.

Bu yıl da öyle ve birkaç günden beri çeşitli illerde yapılan, olağan zamanlarda pek çok sorunda bir araya gelmesi zor çevrelerin bile, bir araya gelip ortak “anma etkinlikleri” düzenlediği bir hafta 6 Mayıs haftası. Bugün Ankara ve İstanbul başta olmak üzere birçok kentte, gençlerin kitlesel katılımlı yürüyüş ve gösterileriyle tamamlanacak bu etkinlikler.

Evet, bir yandan bakıldığında 6 Mayıs, Türkiye’nin devrim ve demokrasi mücadelesinin üç en önemli önderinin, onların şahsında yaşamlarını devrim mücadelesine adamış devrimcilerin anılarına bir “saygı duruşu”dur. Ama öte yandan 6 Mayıs etkinlikleri, devrim ve demokrasi mücadelesinin sorunlarının tartışıldığı, 40 yıl öncesinin mücadelesinin bize bu konuda ne dediği, onların mücadelesinden nasıl dersler çıkarmamız gerektiğinin tartışılıp bilince çıkarıldığı etkinliklerdir.

Bu açılardan bakıldığında Deniz, Hüseyin ve Yusuf’un kişilikleri, onların ataklıkları, fedakarlıkları, davalarını yaşam pahasına savunmada gösterdikleri kararlılıkları, baş eğmez devrimci tutumları, halka bağlılıkta gösterdikleri sadakat konularında hiçbir tartışma yoktur ve bugün de kökeni ne olursa olsun her devrimci militan bu özellikleri kazanmak için onlardan öğrenmeye, onlardan feyzalmaya devam edecektir, etmelidir de.

Ama “6 Mayıs” dendiğinde onunla aynı madalyonun öteki yüzü olarak gündeme gelen “68 mücadelesi”  o dönem ve o günkü mücadelenin karakterine ve bugün o mücadeleden öğrenileceklere gelindiğinde aynı şeyleri söylemek olanaksızdır. Çünkü bazı siyasi çevreler, bu dönemi, sevabıyla günahıyla bir kuşağın devrimci eyleminin ötesinde bugün de yinelenmesi gereken, “devrimci mücadelenin zaferler dönemi”  ilan ederek, geçmiş 40 yılın birikimi ışığında bir eleştiriye tabi tutup olup bitenden ders çıkarma yerine, “dönemi”, “eylem biçimini” ve o genç kuşağı efsaneleştirerek, kendi geriliklerine, bugünün sorunları karşısında çözümsüzlüklerine, fraksiyonculuklarına, “kutsal” bir dayanak oluşturmaya yönelmişlerdir. Ve bu dönemin kutsanması çerçevesinde bu çevreler, gençlik içinde dönemin öne çıkan liderlerinin popülerliğini de istismar ederek, 6 Mayıs’ı anmayı da bir rant sağlama faaliyetine indirgemektedirler.

Yine benzer biçimde artık ‘68’le hiçbir duygusal, düşünsel ve pratik ilişkisi kalmamış, tersine ‘68’in ideallerini tam tersine sistemin içinde kendine yer edinmiş, hatta kirli işlere, bulaşmış olsalar bile, böyle günlerde, “68’in sözcüsü” gibi orada burada boy göstermekte, özellikle de 6 Mayıs’a yakın günlerde bir “devrimcileşerek” ortalıkta boy göstermektedirler. Ki, bunların ne ‘68’in o günkü değerleriyle ne de bugün ‘68’i eleştirerek ondan dersler çıkaran, 2012’li olarak mücadeleye katılan gençlerle ya da eski kuşaktan devrimcilerle bir ilişkisi yoktur, olamaz.

Burada sözümüz, ‘68’de bir biçimde mücadeleye katılmış, onun şu ya da bu biçimde saflarında yer almış olmaktan bugün de hoşnutluk duyan, bugün de kendince bir demokrat, haktan yana tutumla yaşamını sürdürürken ‘68’li olarak da övünen kişilere değil elbette. Burada sözümüz, ’68’de o kuşağın içinde olmayı ve Denizleri tanımış olmayı, aynı gençlik hareketi içinde, aynı dost sohbetleri içinde yer almış olmayı bugünkü çıkarları uğruna piyasaya sürenler takımınadır. Örneğin Fethiye’de tecavüzcüleri savunan avukat da, 1977 1 Mayıs katliamına, “solcular birbirini” öldürdü diyen zat da, ona gazetedeki köşesinden “derin destek” atan “solcu gazeteci” de ‘68’in ünlü simalarıdır! Ve bugün de bunlar orada burada ’68 adına ahkam kesmektedir.

Ve bugün 6 Mayıs’ı anmak demek, demokrasi ve özgürlük mücadelesinde daha ileri, daha mücadeleci bir mevzi tutmak, Deniz’i 6 Mayıs 1972’de darağacından, “Türk ve Kürt halklarının kardeşliği”ne yaptığı vurgunun gereği olarak iki halkın kardeşliği için, Kürt ve Türk kökenli gençliğin ortak mücadelesini daha ileri mevzilere götürmek için çalışmaktır.

Bugün 6 Mayıs’ı layıkıyla anmak demek, Türkiye’nin tüm ileri güçlerini birleştirmek, işçi sınıfı davasını bu mücadelenin merkezine koyan mücadele hattında yürümek demektir. Tersi, ‘68’i bir efsane gibi övgüler eşliğinde anmak, gençliğimizi ileriye değil geriye bağlanmaya teşvik etmek anlamına gelir.
Deniz’i Hüseyin’i Yusuf’u anmak devrimci geçmişimiz, onların ideallerini bugün mücadele bayrağı olarak taşımak da bugünkü görevimizdir.

İhsan Çaralan 
Evrensel Gazetesi 

6 Mayıs 2012 Pazar

Emek Gençliği

 Emperyalizme ve Savaşa Karşı Yürüyoruz

Gençlik Gelecek Gelecek Sosyalizm 

Hayatın Akışına Müdahale Zamanı 

Parasız Bilimsel Anadilde Eğitim 

Savaşa Hayır Barış Hemen Şimdi

14 Nisan 2012 Cumartesi

28 Mart 2012 Çarşamba

Ragıp Zarakolu "Albatros"


2012 Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilen aklın ve vicdanın yazarı Ragıp Zarakolu, kaleme aldığı yazılarında barışın, özgürlüğün ve insan hakları mücadelesinin tavizsiz savunucusu oldu. Türkiye’de ezilen halklar kütüphanesi oluşturulmasında büyük katkısı olan yazarımızın, barışa çağrı niteliğinde olan yazılarını tutuklu yazarlarla dayanışma amacıyla “Albatros” adlı kitapta topladık.

Yürütme Darbesi!

“Erdoğan’ın üçüncü hükümet döneminin tipik özelliği, basında ve siyaset alanında kendisine muhalefet edenlerin sindirilmesidir” dersek gerçeğin önemli bir yanını ifade etmiş oluruz.
Sindirme bir yanıyla basında, şu ya da bu ölçüde hükümetin politikalarına karşı çıkanların tutuklanmasından, hoşlanılmayan gazetecilerin çalıştıkları gazetelerden tasfiye edilmesi ya da sindirilip “kızak” görevlere getirilmesi olarak cereyan etmiştir. Şimdi ise tutuklama ve baskılara, doğrudan gazetelerin kapatılması eklenmiştir. Özgür Gündem’in bir ay süreyle kapatılması sadece Özgür Gündem’in susturulması amaçlı değil, tüm basına yönelik bir gözdağıdır da.
Öte yandan sindirme kendisini siyaset alanında, KCK kapsamında; seçilmiş Kürt belediye başkanları, belediye yöneticileri, parti yöneticileri gibi legal siyaset alanının politikacılarının tutuklanması, CHP’nin bir yandan belediye başkanlarının köşeye sıkıştırılması, öte yandan da içeriden “karıştırılarak” etkisizleştirilmesi olarak ortaya koymaktadır. MHP ise daha seçim sürecinde “kasetlerle” kuşatılıp eli kolu bağlanmıştır.

Erdoğan’ın üçüncü döneminde yönetim tarzı, Meclis’i işletmek, yasalar üstündeki çalışmaları kamuoyunu da katarak oluşturmak yerine Meclis’i sadece ihtiyaç duyduğu ölçüde çalıştırıp, asıl etkinliğini hükümet üstünden sağlama amaçlı bir tarzdır. Meclis’in şekli çalıştırılması; en önemli yasal düzenlemelerin “kararnameler”le ve içeriğinin nasıl oluşturulduğu belirsiz “torba yasalarla” yapılması, fiiliyatta Meclis’in devre dışı bırakılması, dönemin asıl yönelişidir. Bunu da hükümet, AKP’nin Meclis çoğunluğunu kullanarak, kaba kuvvet de dahil her yolla muhalefeti sindirerek, kamuoyunun dikkatini yasaların içeriğinden çok, muhalefetle hükümetin ağız dalaşına çekerek, oldu bittilerle yasalar çıkarmaya yönelerek yapmaktadır.

Meclis gündemine getirilen “4+4+4” diye bilinen eğitim sistemini değiştiren tasarı bu tutumun tipik bir örneği olarak Meclis’teki seyrini sürdürmektedir. Kamu emekçilerine “toplu sözleşme hakkı” tanıyan yasa tasarısı, İş İlişkileri Yasa Tasarısı, “2B Yasa tasarısı” gibi çok önemli yasaların çıkarılmasında da, yine oldubitti yoluyla Meclis’in ve kamuoyunun devre dışı bırakılması yolu izlenecek görünmektedir. Bunu Başbakan Erdoğan’ın, daha içeriğinin ne olacağını vekillerin bile bilmediği bu tasarıları yasalaştırmak için AKP’li vekillere sıkıyönetim ilan etmesinden biliyoruz. AKP’li milletvekillerine, “Tüm gezi vb. işlerinizi iptal edin, Meclis’te olun!” emri gönderen Başbakan Erdoğan, bu önemli yasaların bir hafta içinde çıkarılmasını istemektedir.

Bir ülkede demokrasi ve özgürlüklerin varlığı, halk iradesinin egemen olması, o ülkede bir meclis olması ve yasaların bu meclisten geçiyor olmasıyla doğrudan bağlantılı değildir. Çünkü en faşist düzenlerde bile bir meclis vardır ve yasalar bu meclisten geçer. Bu yüzden de özgürlük ve demokrasinin varlığının ölçütü yasaların hazırlanış aşamasında kamuoyunda serbestçe tartışılması, yasaların içeriğinin oluşturulmasında kamuoyunun etkin bir biçimde yer almasıdır. Başka bir söyleyişle demokrasilerde, emek örgütlerinin, sendikaların ve çeşitli türden kamuoyunda ağırlığı olan örgütlerin önerilerini sunmaları, istekleri doğrultusunda bir yasa çıkması için meclisi baskı altına alacak eylemleri ve etkinlikleri serbestçe yapabilmeleri gerekir. Bu da yasaların yangından mal kaçırır gibi değil, kamuoyunun bu müdahaleleri yapabileceği bir tartışma ortamı ve gerekli zamanı gözeterek çıkarılmasını gerekli kılar.

AKP bütün bu gerçekleri “millet iradesini”, “halk iradesini” Meclis’teki AKP çoğunluğuna hatta çoğunluğu oturtup kaldıran Başbakan’ın iradesine indirgeyerek kendi isteklerini “milletin isteği” olarak göstermektedir. Ve bunu artık Meclis çalışmalarını emir komutaya bağlayarak, buna uymayanları sindirmek için çoğunluk ve hükümet gücünü kullanarak yapmaktadır.
Bu gidişata; yargının da bir zamandan beri hükümetin iradesine bağlandığı gerçeğini eklersek, “Hükümetin aslında bir darbe yaparak Meclis’in yasama ve yargının bağımsız yargı olma gücünü kendinde toplandığını” söyleyebiliriz.

Kısacası Başbakan Erdoğan ve hükümeti, partisinin meclis çoğunluğu ve hükümet gücü olmanın yanı sıra Özel Yetkili Mahkemeleri de kullanarak siyaset alanını belirlemekte; böylece Meclis’teki muhalefet de dahil tüm kendine muhalif güçleri siyaset dışına itecek “burgaçlar” oluşturan bir tarzla hareket ederken sendikalar ve emek örgütlerini de siyaset dışına itmektedir. Böylece hükümet, tüm gücü elinde topladığı bir “rejim” oluşturmaya girişmiştir. Ki onlar buna “yeni statüko” demektedirler.

Onlar adına ne derse desin, ortada hükümetin ancak bir darbe ile elde edilebilecek, bir demokrasi fikriyle asla bağdaşamayacak düzeyde güçleri kendi elinde toplaması durumu vardır. Bu yüzden de yazının başlığı olan “Yürütme darbesi!”(*), yürütmenin yasama ve yargı gücünü ele geçirmesinin ifadesi olarak yerli yerine oturmaktadır.
(*) Coup D’Etat, (hükümet darbesi) kavramı daha bilinen bir kavram gibi görünse de siyasi literatürde “Hükümet Darbesi”den, hükümetlere karşı başka gizli güçlerin (askerlerin ya da bir gizli organizasyonun) darbesi anlaşılır. Belki bu kuralı bozan tek girişim, Hitler’in 1933’teki¸bir NAZİ provokasyonu olan Reichstag (Almanya Meclis binası) yangınını bahane ederek, kendi partisini güçlendirmek için muhalifleri tasfiye etmek amacıyla giriştiği darbedir.